21 Eylül 2015 Pazartesi

KORUYUCU MELEĞİM - Julie Garwood


Garwood bir kez daha usta bir yazar olduğunu kanıtlıyor. Bu kitabı sakın es geçmeyin!"
Rendezvous.
Zümrüt, kara gövdesi dalgaları yararak ve yelkenleri rüzgârda süzülerek denizlerde ilerlemektedir. Gemide, malları yağmalanan zenginlerin hor gördüğü ve bahşedilen bağışlarla sıkıntıları dinen fakirlerin sevdiği korsan Pagan vardır.
Cainewood Markisi, kardeşinin ölümünün intikamını almak için korsanı bulmaya ant içmiştir. Fakat dalgalı kızıl saçları ve zümrüt yeşili gözleri olan büyüleyici Jade karşısında belirdiğinde onu peşindeki kötü adamlardan korumaya karar verir.
Genç kadın sinir bozucu derecede huysuz ve muhteşemdir. Hiçbir kadının yapamadığını yapıp kısa sürede onu etkisi altına alır ve onun becerikli dokunuşlarına vahşi bir istekle karşılık verirken birlikte aşklarının gücünü sınayacak bir ihanet ağına doğru çekilirler.
New York Times çok satanlar yazarı Julie Garwood tutku ve entrika dolu bu unutulmaz romanda okurlarını yine heyecanın zirvesine çıkarıyor...
(Tanıtım Bülteninden)



Sayfa Sayısı: 414

Baskı Yılı: 2014


Dili: Türkçe
Yayınevi: Epsilon Yayınları



ALINTI:

Caine gecelerdir Londra’nın yoksul semtinin göbeğinde yer alan İşe Yaramaz adlı meyhaneye gidiyordu. Meyhane genelde deneyimli liman işçilerinin uğrak yeriydi. Caine her seferinde köşedeki masaya geçiyor ve geniş sırtını sinsi saldırılara karşı duvara dayayıp sabırla Pagan’ın ona gelmesini bekliyordu.




“Her gece buraya gelip duruyorsun, uyuz bir köpeğin üstünde bekleyen pireden bile daha sabırlısın. Hayal kırıklığına uğramaman için dua ediyorum…” Duraksayıp markinin kadehine konyak doldurduktan sonra şişeden büyük bir yudum aldı. “Onu saklandığı yerden çıkaracaksın Caine. Bundan eminim. Seni durdurmak için önce birkaç adamını göndereceğini düşünüyorum. Bu yüzden her gece buradan ayrılırken arkanı kollaman için seni uyarıyorum.” İçkiden bir yudum daha alıp sırıttı. “Pagan şanını korur. Oynadığın oyun, saçlarını beyazlatıyor olmalı. Yakında ortaya çıkacaktır. Bahse girerim yarın gece beklediğimiz gece olacak.”




Caine’in ses tonundaki sertlik Keşiş’in içini ürpertti. Ona katıldığını belirtmek üzereyken aniden kapı açılınca dikkati dağıldı. Keşiş meyhanenin kapandığını söylemek için sandalyesinde yarı döndü ama kapı girişindeki manzara onu o kadar şaşırttı ki ağzı açık bir şekilde öylece kalakaldı. “Yüce Tanrım, bir melek bizi ziyarete mi geldi?”




Caine, masaya yaklaşırken kadının giysilerinin berbat halde olduğunu fark etti. Pelerininin kalitesi zenginliğe işaret ediyordu, ancak pahalı kumaşın bir tarafı yarısına kadar yırtılmıştı. Biri bıçağını geçirmiş gibi görünüyordu. Yeşil saten astarın bir kısmı da etek ucunda lime lime duruyordu. Caine’in merakı arttı. Tekrar kadının yüzüne bakınca, sağ elmacık kemiğinde hafif bir morluk, dolgun alt dudağında küçük bir kesik ve alnında bir leke olduğunu gördü.






“Bence aklını kaçırmışsın,” dedi Caine.
“Hayır,” diye karşılık verdi kadın. “Aklımı kaçırmış olsaydım daha kolay olurdu.”
“Anlıyorum,” dedi Caine. Öfkesini kontrol altında tutmaya çalışıyordu ama ona bağırma isteği boğazının ağrımasına neden oluyordu. “Bunun ne zaman… Ne zaman olmasını istiyorsun?”
“Görevin mi?”
“Evet, görevin. Bu görevin ne zaman tamamlanmasını istiyorsun?”
“Şimdi.”
“Şimdi mi?”
“Mümkünse bayım.”
“Mümkünse mi?”
“Ah çok üzgünüm,” diye fısıldadı kadın. “Seni sinirlendirmek istememiştim.”
“Neden beni sinirlendirdiğini düşünüyorsun?”
“Çünkü bana bağırıyorsun.”



“Seni ne kadar rahatsız ettiğimi görebiliyorum,” dedi kadın. “Gerçekten özür dilerim Pagan. Daha önce bir kadın öldürdün mü?” Sesi anlayış doluydu ve şimdi de ona acıyormuş gibi bakıyordu.



“Seni gerçekten sinirlendirdi demek?”
“Hem de nasıl,” diye homurdandı Caine. “Neden sıradan bir kadının beni sinirlendirdiğini düşünüyorsun?”
"Az önce antremde pantolonunu çıkardın Caine,” dedi Lyon. “Bu yüzden sinirli olduğunu düşünüyorum.”


“Her şey benim suçummuş gibi konuşuyorsun!” diye bağırdı Jade.
Caine gözlerini kapadı. “Seni suçlamıyorum.”
“Ah evet suçluyorsun,” diyerek ona karşı çıktı Jade. “Sen karşılaştığım en bıkkınlık verici adamsın. Korkunç bir dönem geçiriyorum ve sen bana bir çakal kadar şefkat gösteriyorsun.”


















20 Eylül 2015 Pazar

HER ŞEY SENİN UĞRUNA - Mary Wine


Torin Mcleren, toprakları için ölmeye hazır, öfkeli bir Kuzey İskoçyalı...
Halkına yapılan saldırının intikamını almak için harekete geçen Torin'in planı, düşmanının kızını kaçırarak esir almaktır. 

Shannon McBoyd, babasının sevgisini hissedemeden büyümüş bir genç kadın...
Babasından intikam almaya çalışan Torin tarafından kaçırılan Shannon, hayatına bir köle olarak devam edeceğini zannetmektedir.

Torin ve Shannon arasında gelişen olaylar Torin'i intikamından, Shannon'ı ise korkularından uzaklaştırabilecek mi? 

Bir yanda tutku, diğer yanda intikam...
1400'lü yılların büyülü atmosferinde geçen etkileyici bir roman.

"Kaçırılmaması gerekir!"
Lora Leigh, New York Times'ın En Çok Satanlar Listesinden Black Jack'in yazarı

"Romantik, harikulade ve kesinlikle kışkırtıcı."
Sylvia Day 

"Mary Wine'ın üslubu kesinlikle mükemmel!"
CK2 Kwips&Critiques

"Mary Wine, harika bir olay örgüsü kurmuş ve hikâyesi kesinlikle hayal kırıklığına uğratmıyor."
Bookaholics



Sayfa Sayısı: 376

Baskı Yılı: 2015


Dili: Türkçe
Yayınevi: Nemesis Kitap


ALINTI:


Torin McLeren gözlerini kapatmak istedi; geceyi aydınlatan o turuncu alevlerin, gözlerini tekrar açtığında orada olmamasını umdu. Gecenin rüzgârında duman kokusunu alabiliyordu fakat bu kokunun midesini altüst etmesine izin vermek gibi bir lüksü yoktu. Klan lideriydi o; ve sahip olduklarını korumak onun göreviydi.


Öfkesi, önünde duran şu toprağı yakıp yok eden yangından daha da hararetliydi. Zaman zaman baskınlardan çok çektikleri olmuştu ama bu tamamen ayrı bir şeydi. Savaştı bu. Hayata gözlerini yumdukları yerde yatan bedenlerin sayısı, görmezden gelinemeyecek kadar büyük bir haksızlıktı. Görmezden gelemezdi zaten. Bu insanlar onun halkıydı, güvenlikleri için onun liderliğine ve kılıç gücüne sığınan McLeren halkı…Adalet…”

Shannon midesine bir yumru oturduğunu hissetti çünkü babasının kendisini huzuruna istemesi için hiç normal bir zaman değildi. Üzerindeki uyku halinin son kalıntıları da, babasının gecenin bu saatinde ondan ne istediğini düşünmeye uğraşırken uçup gitmişti. Yatağından aceleyle sürünerek çıktı, çünkü babası bekletildiğinde hiç sevecen olmazdı. Randal McBoyd itaat ve dakiklik beklerdi. Gecenin körü olmasının bir önemi yoktu, en iyisi geceyi hayaletlere ve diğer kutsal olmayan varlıklara bırakmaktı.

Klan adamları kan lekeleri içindeki İskoç etekleri ile kutlama yapıyorlardı. Birbirlerine kocaman bira dolu bardakları kaldırırken kahkahalar atıp şakalaşıyorlardı. Shannon kendini adamların parmaklarını mahvetmiş koyu lekelere kilitlenmiş olarak buldu. Bunu kendi soydaşlarından görmek dehşet verici ve çok korkunçtu. Fakat daha dikkatli baktığında, babasının adamlarından salonda öylece oturan, kutlama yapanların olduğu yerden daha sessiz bir yerde duranlar olduğunu gördü. O adamlar, gözlerinde bu gece olanlardan hiç şehvet duymadıklarını söyleyen bir bakışla, çoğunun elinde bile zor tuttukları içkilerini yudumluyorlardı.

Randal McBoyd burnundan soluyordu. Büyük bira bardağının üstünden ona dikkatle bakarken sol eli koltuğunun kenarında kıvrılmış duruyordu. Homurdanmaya başlamadan ve bardağını bir hizmetçiye uzatmadan önce koca bir ağız dolusu birayı tek seferde içti. Efendisinin bardağını tutmakla görevli çocuk, bardak düşmeden yakalayacak kadar hızlı davrandı.



SERSERİ KALBİM - Julia London

"Bize, aşık olmanın ne kadar müthiş, büyüleyici bir şey olduğunu hatırlatan bir hikâye… Karakterler öylesine canlı; yaşadıkları sıkıntılar öylesine sahici ki, kitabın sonunda onlardan ayrılmak çok zor geliyor." The Oakland Press


Zengin, tehlikeli, yakışıklı, geçmişi sırlar ve çalkantılarla dolu bir adam…
Yaşadığı bütün felaketlere rağmen dimdik ayakta kalmaya kararlı, genç, güzel bir kadın…
Düşmanca başlayıp karşı konulmaz tutkulara dönüşen bir aşk hikâyesi…

Bir düelloda kaybettiği dostunun şerefini temizlemek ve ona olan vefa borcunu ödemek için hem evinden hem de kalbini paramparça eden kadından uzaklara gitmeye karar veren Sutherland Dükü'nün oğlu Arthur Christian, kendini bekleyen sürprizlerden habersiz, İskoçya'ya doğru yola çıkar.

Ölen kocasından zorluklarla dolu bir hayat miras kalan genç ve güzel Kerry McKinnon, borçlarını ödemek ve ayakta kalabilmek için mücadele verirken, evine el koymak için kapısına dayanan yakışıklı yabancıyla aralarında hemen o anda güçlü bir kıvılcım doğar. Ama onlarınki imkânsız bir aşktır ve çok geçmeden bunun için bütün dünyayı karşılarına almak zorunda kalacaklardır.



Sayfa Sayısı: 508

Baskı Yılı: 2011


Dili: Türkçe
Yayınevi: Martı Yayınları


ALINTI:



Papaz kalın sesiyle cenaze ilahisini okumaya başlayınca, siyah kıyafetlere bürünmüş, yas tutan insanlar da bu kederli nağmeye eşlik etti. Onca insanın toplanmasının tek sebebi; ünlü Regent Sokağı Serserileri’nden birinin öldüğüne kendi gözleriyle tanıklık etmek ve ölen adamın mezarına bakarak dedikoduların gerçek mi yalan mı olduğunu anlamak istemeleriydi.


Tıpkı Julian’ın, Phillip’in kanlı göğsünden kafasını kaldırıp, ormana “Öldü!” diye haykırdığında hissettiği gibi keskin bir acı kapladı Arthur’un içini.


Arthur, yanındaki Julian gibi kaskatı duran Adrian’a baktı. Dördü; Adrian, Phillip, Julian ve kendisi, İngiliz aristokrasisinin genç üyelerinin gözünde birer kahramanlardı. Kendi kurallanna göre yaşar, servetlerini daha büyük servetler edinmek için riske atar, toplumdan ve kanunlardan asla korkmazlardı. Gündüzleri Regent Sokağı mağazalarının zengin müşterileri arasından seçtikleri genç kızlarla gönül eğlendirir; geceleriyse kulüplerde babalanndan aldıkları Tanrı vergisi hünerlerini sergiler, tüm güçlerini Regent Sokağı kadınlarının dillere destan yatak odalarına saklarlardı.


Portia’nın yanakları kızardı. Kadın o güzel omuzlarını “Bana ne,” der gibi havaya kaldırıp indirdi. “Kocam bizi göremez. Ayrıca görse de umursamaz.”Ama ben umursarım,” diyen Arthur, kadının bileğini daha da sertçe sıktı. Kadının kemiklerinin kırılacağından


ZALİM CAZİBE - Julia London




Lady Claudia Whitney hariç, Julian Dane kadınlar tarafından reddedilemeyen bir erkekti.

Çocukluktan beri tanışıyorlardı, Lady Whitney de gayet güzel ve alımlı bir kadın olmuştu. Julian, çocukluk arkadaşını tutkuyla alakalı bilmesi gereken her şeyi öğretmek istiyordu fakat aslında Clauida bunun tam tersini başarmak üzereydi. Tüm saflığını ve doğallığını kullanarak Julian’a arzuların ve tutkuların en vahşice yaşandığı, insanları tüketen aşkı öğretecekti. Çapkın erkek karşısında dişli ve güzel bir kadın bulmuştu… 

“Sizi mutlu eden yazarları bilirsiniz. Onların romanlarını okuduğunuzda yüzünüzde gülümsemeler oluşur. İşte Julia London okumaya başladığımdan beri bu duygular içerisindeyim.”

Romance Reviews

“Uzun zamandır okuduğun en iyi tarihi romantizm. Bu kitap romantizm seven tüm okurlarla paylaşılmalı.”

All about Romance

“Bu kitabı bir oturuşta bitirmelisiniz.”

Romance Reader

“Romantizmin doruk noktası…Bu hikaye beni etkisi altına almayı başardı. Çabuk gidin ve bu kitabı edinin, inanın pişman olmayacaksınız.”

Romance Junkies


Sayfa Sayısı: 462

Baskı Yılı: 2011


Dili: Türkçe
Yayınevi: Martı Yayınları



ALINTI:


Papazın sözleri, zihnine güçlükle nüfuz ediyordu. Phillip Rothembow’un açık mezarının başında dururken, Julian Dane o çayırda yaşanan akıl alma/ olayları düşündükçe, kendini korkunç bir kâbusun tuzağına düşmüş gibi hissediyordu. Bir el ateş edilmişti. Adrian, kafayı bulan Phillip’ın saçma sapan düellosuna ve sarhoşluğuna boyun eğmiş, düelloya bir son vermek için havaya bir el ateş etmişti. Her şey o anda sona ermiş olmalıydı. Ama Phillip, Adrian’a gerçekten ateş ederek karşılık vermiştionu öldürmeye çalışmıştıve bu olay karşısında Julian’ın ağzı açık kalmıştı.



Ondan nefret ediyordu. Onu isteyecek kadar zayıf olduğu için ve Claduia onu kendine esir ettiği için ondan nefret ediyordu.



Ve Julian. kendi ölümlülüğünü fark etmişti.



Julian gözlerini çevirdi: olanlara inanamayan, dehşetin gözlerinin etrafına derin izler bıraktığı, gayri resmi liderleri Adnan Spcnce’e baktı. Adnan, Phillip’ın çöküşünü fark edemediğini söylemişti; çünkü gözü, babasıyla süre giden savaşından başka hiçbir şey görmüyordu.



Claudia’ya, Julian’ın parmakları bileğinde oyalanıyor gibi geldi. Ama Julian birden elini çekti ve gülümsedi. “Ben, ben…” diye lafa girdi adam ve arkasına yaslanıp Claudia’yı izlemeye koyuldu. “Sana en son sözümü dinletmeyi başardığımda, on iki yaşındaydın. Elbette bu , oldukça yüzeysel bir zaferdi.”



Julian onu bileğinden yakaladı ve bir kelepçe gibi kavradı. “Claudia, otur,” dedi alçak sesle. “Muhteşem bir arkadaş olmayabilirim ama bahse girerim, bu ne dediklerini bile anlamadığın, sarhoş Fransız adamlardan çok daha makbulüm.”